Jump to content
  • Kayıt Ol

2012


bedifeci

Önerilen İletiler

[bimgx=600]http://www.celebritywonder.com/wp/2012_Wallpaper_2_1280.jpg[/bimgx]

[ARTICLE]John Cusack’in canlandırdığı yazar Jackson Curtis’in başarısız ama muhtemelen çok parlak olan romanına fazla zaman ayırması evliliğinin yıkılmasına ve ailesinin gelgitler yaşamasına neden olur. Ama Jackson hep çocuğuna düşkün bir baba olur ve bıçak kemiğe dayandığında ailesini kurtarmak için her şeyi yapacağını kanıtlar. Jackson’ın eski eşi Kate (Amanda Peet) kocasının işine duyduğu ilgiyle rekabet etmekten bıktığı için ondan ayrılmış ama onunla arkadaş kalmıştır. Dünyada dengeler değişmeye başlayıp Los Angeles’ı yerle bir edince, Jackson ve ailesi hayatta kalıp yeni dünyayı görmek için karadan ve havadan umutsuzca bir yolculuğa koyulur.

Maya takvimi 5. döngüsünün sonuna 21 Aralık 2012’de gelecek; bu tarihin ardından hiçbir şey gelmiyor. Doğal olarak, ortaya şu soru çıkıyor: Eğer takvim devam etmiyorsa, ardından ne gelecek?

Bu arada, dünya hükümetlerinin en yüksek zirvelerinde bir plan yapılmıştır. Tüm insan ırkını kurtarmaları mümkün olmayacaktır, ama bir kısmını kurtarabileceklerdir. İşte bu insanlar yeni bir toplum kurma imkanına sahip olacaktırlar. Başkan Thomas Wilson (Danny Glover) dünyanın karşı karşıya olduğu krizi çok çabuk anlar ama kitlesel bir isteriye meydan vermemek için de bu bilgiyi gizli tutmaya aynı hızla karar verir. Başkanın bilim başdanışmanı Adrian Helmsley (Chiwetel Ejiofor) dünyanın mesaj kodlarını kırmayı başarmıştır ve olabildiğince çok insanı kurtarmaya kararlıdır. Genelkurmay başkanı Carl Anheuser (Oliver Platt) kibirli ve çabuk öfkelenen biri olmakla beraber, toplumun –en azından parası yetenlerin- kurtulduğunu görmeye aynı ölçüde kararlıdır. Başkanın kızı Laura (Thandie Newton) babasının hükümetinin dünyadan sakladıkları şey karşısında şok geçirir. Aslında, görünen odur ki hükümetten olmayıp da olacaklar hakkında bir fikri olan tek kişi bir radyo sunucusu (ve belki bir peygamber) olan Charlie Frost’tur (Woody Harrelson. Frost öngörülerini radyodan dinleyicilerine aktarır.

Filmde John Cusack, Chiwetel Ejiofor, Amanda Peet, Oliver Platt, Thandie Newton’un yanı sıra Danny Glover ve Woody Harrelson gibi isimler yer alıyor. Yönetmen Roland Emmerich ise filmin büyüleyici görselliğinin kanıtlar nitelikte; Independence Day ve The Day After Tomorrow gibi filmlerini sadece adını bile vermemiz yeterli olur herhalde.[/ARTICLE] wikipedia

YORUM

Filmi akrabam seyrederken gördüm ,ilginç geldi ve dayanılmaz hafifliğiyle seyrettim.Yarından sonra ve armageddonla aynı katogoriye girebilecek bir film. Efek bakımından çok kaliteli ama abartılmış hoş görüntüler var ,uçakla,limuzinle kaçışları hep çok uç nokta da.Konuda kopukluklar olsada türe göre baya sürükleyici ve eğlenceli olduğunu söylemem gerekir.Birçok filmde oldugu gibi ABD ve dünyanın şimdiki en güçlü devletlerin yer alması diğer miletlerden ve devlet başkanlarından bahsetmemesi bilindik konular.Nuhun gemisi misali tavırlar da hoş olmuş.Kısaca çok iyi film omasa da ,sizi eğlendirmeyi saglıyabilecek bir film.

Yorum bağlantısı
Hemen paylaş

  • İleti 1
  • Oluşturma
  • Son yanıt

En Çok Yazanlar

  • bedifeci

    1

  • fudy

    1

En Hareketli Günler

En Çok Yazanlar

En Hareketli Günler

Sinemada izlediğimde oldukça beğendiğim bir filmdi. Ancak blu-ray'ini indirir tekrar izlediğimde aynı zevki alamadım. Nedeniyle aşağıda okuduğum bir yorum. Buyurun bir bakın, sıkılmadan sonuna kadar okuyacaksınızdır.

2012 (2009)

Özel Efekt Sosuna Bulanmış Irkçılık

Felaket filmlerinin yönetmeni olarak tanınan ve ‘’para sıkıntısı’’ nedir bilmeyen Roland Emmerich’in ‘’dünyanın sonunu’’ anlattığını iddia ettiği ve 2009 yılının büyük bir merakla beklenen filmi 2012 de sinemalarımızdan gelip geçiverdi. Konunun çekiciliği, yüksek bir bütçe, yönetmenin şöhreti, seyircinin aksiyon ve felaket filmlerinden hoşlanması gibi etkenlerin üstüne bir de ‘’fragmanların’’ etkileyiciliği eklenince beklentilerin yüksek tutulmaması zaten olanaksızdı. Hangi konuda olursa olsun beklentilerin yüksek tutulmasının pek çok zaman hayal kırıklıklarını da beraberinde getirdiği bilinen bir gerçektir ancak her şeye rağmen filmin kendine özgü misyonunu yerine getirdiği ve beklentileri karşıladığı düşüncesinde olduğumu belirtmek isterim.

Sinema deyince, yedinci sanat, beyazperde, Hollywood, Yeşilçam gibi kavramlar, sevdiğimiz filmler ve oyuncular aklımıza gelir. Tabii bunlar sinema demek değildir. Sinemanın pek çok tanımı vardır ancak benim için ‘’insanın insanileşmesine’’ katkıda bulunduğu ölçüde değerlidir. ‘’İnsanın insanileşmesi’’ kavramı bu yazının sınırlarını hayli aşacağından kısaca ve en genel biçimde ‘’insana değgin, insanı konu edinen, insanın kendini ve dünyayı sorgulama ve dönüştürme’’ gayretidir, diyebilirim. Bunu dile getirmem gerçekleri görmezden geldiğim, 2012 gibi filmlerin izlenmeyeceği veya onlardan zevk alınmayacağı anlamına gelmez, gelmemelidir de. Çünkü insan düşünceleriyle, acılarıyla, sevinçleriyle bir bütün oluşturmakta ancak çelişkileriyle var olmakta, türünün devamını böyle sağlamaktadır. İdeal olana ulaşmak için çalışmak başka, realitenin göz ardı edilmesi başka şeydir. ‘’Öyleyse sorun nedir’’ diyenlerin biraz daha sabırlı olmalarını istemek durumundayım.

Zengin bir Rus ‘’ayısının’’ özel şoförlüğünü yapan adamımız Jackson (John Cusack) yayımlanmış bir kitabı bulunmasına karşın başarısız bir yazar, iki çocuğu olmasına karşın başarısız bir baba ve başarısız bir koca olma ‘’başarısına’’ sahip tipik Amerikalıdır. Karısı (Amanda Peet) ise zengin bir koca bulmuş ancak eski kocasına ilgisini yitirmemiş, aşk için değil, çocuklarının ve kendisinin geleceğini garantiye alma düşüncesiyle mantık evliliği yapmış bir kadındır. Yeni koca ise zenginliğinin ve ukalalığının farkında, kibirli ve hayatı para ile ölçen bir adamdır. Küçük çocuğa pahalı bir cep telefonu almak, onun için, çocukta davranış bozukluğuna yol açabilecek bir hareket değil, çocuğun sevgisini kazanmak için atılmış bir adımdır. Ayrıca zengin kadınların ‘’göğüslerini ellemek’’ para ile ölçülebilir bir harekettir, kadın sevgilisi olsa bile.

Filmin içerisine serpiştirilmiş olan ailemiz ‘’Amerikan Rüyası’’ndan nasibini almış, her Amerikalının kendinden bir şeyler bulacağı bir arketip, tipik orta sınıf ve hoş bir ailedir. Filmin her anında ‘’bireysellik’’ perdesinin ardına saklanarak ‘’bencilliğe’’ ve ‘’amaca ulaşmak için her yol mubahtır’’ fikrine vurgu yapılır. Adamımız Jackson, çocuklarını hafta sonu için tatile götüreceği günün sabahında bile dağınık ve sefil haldeki evinde uyuyakalabilmektedir. Arabası çalışmayınca patronun arabasını ‘’ödünç’’ almaktan çekinmez. Veya milyarder Rus ‘’ayısı’’ son ana kadar yanında duran metresini gemiye almaz çünkü metresi de onu aldatmaktadır ve metres bir şekilde gemiye bindiğinde ‘’hareket çekebilir.’’ Felaketin gelişi insanlığa bildirilmez, bilgi –kimin, hangi ölçütlerle seçtiği belli olmayanların kurtuluşu adına- saklanır.

Hollywood, toplumu değil bireyi öne çıkaran Batı düşünce sistemine uygun davrandığını düşünmekte ancak bunu hastalıklı bir şekilde yerine getirmekte, birey fikrini zehirlemektedir. Milyarlarca insan ölürken izleyici filmin hiçbir anında bu insanları düşünecek fırsat bulamaz. Geminin kapılarına hücum eden insanların birbirlerini ezmesi karşısında bile seyirci üzülmez. Hatta Doktor Adrian’ın ‘’kapıları açalım’’ teklifi, seyirci tarafından kızgınlıkla karşılanır. Mantıklı ve doğru olan kapıların ‘’asla’’ açılmamasıdır. Dahası Rus’un ölümüne üzülen seyirci var mıdır, bilemiyorum. Ancak adamımız Jackson, hidrolik kapının kapanması için çabalarken endişe duyarız ve ölmeyip de su üstüne çıkınca keyfimiz yerine gelir.

‘’Kıyamet’’ teorisini ‘’keşfeden’’ kişinin Hintli olmasının anlamı nedir diye düşünürken şöyle bir makale okudum: ‘’Büyüyen ekonomisinin yanı sıra, tehlikeli bir bölgede istikrarlı ve laik bir demokrasi olarak artan gücüyle Hindistan’ın ABD’nin önemli bir müttefiki olması beklenebilir. (…) Zira Hindistan, ABD’nin dış siyasetinde başarı hanesinde yer alan az sayıdaki ülkeden biri.’’ (Selig S. Harrison-Kabil’den Keşmir’e) Öyle olsa bile yağmur altında su birikintisinde iki direkli oyuncak gemisi ile oynayan çocuğun üzerine doğru umursamazca arabasını süren ve çocuğu çamur içinde bırakan Hintli şoföre karşın ‘’dikkat et, dikkat et’’ uyarıları yapan Amerikalı profesörün varlığı seyirciyi etkiler. Bu sahne ile ilişkiler ne kadar gelişirse gelişsin Hindistan’ın insani ‘’gelişmemişlik’’ düzeyi vurgulanır ve hadleri bildirilir. Ki benzer sahnelerin geçtiğimiz yılın bombası ‘’Slumdog Millionaire’’ filminde de bulunduğunu hatırlatmak isterim.

Ne idüğü belirsiz Hintli bir profesör, yeraltında –eski bir maden - muazzam bir araştırma merkezi kurmuş. Finans kaynağı kimdir, nedir anlayamayız ancak kendi ülkesi veya başka bir ülke yetkililerine haber vermek yerine Amerikalı profesöre haber vermesinden bir şeyler çıkarabilir miyiz, bilemiyorum. Güneşteki patlamaları nasıl görebildiğini çok merak ettim. Büyük olasılıkla NASA’ya ait uyduları kullanmaktadır. Öyleyse uyduların asıl sahiplerinin göremediğini dışarıdan biri nasıl görür? Sisteme nasıl girebilir? NASA uydu erişimini engellese veya filtrelese onlara yılan oynatmak düşer ya, neyse… Bir soğutma sistemi bile kuramayan ve serinlemek için ayaklarını buz dolu bir fıçıya sokan bu adamların güneşteki ‘’bilinen en büyük’’ patlamaları görebilmesi tarihin bir cilvesi değilse çok keskin bir ironi olmuştur. Son olarak, Hintlinin Amerikalı karşısındaki durumu içler acısıdır, nasıl hitap edeceğine bir türlü karar veremez, ismiyle seslenir, arkadaşım der hatta ‘’sahip’’ bile der. Yönetmen, senarist ve yapımcıların ‘’üzerinde güneş batmayan emperyal ve kolonyal Anglosakson İmparatorluğu’nun o eski güzel’’ dönemlerine bir gönderme yapmak istediği çok belirgindir.

Müzelerden ‘’Mona Lisa’’ vb. sanat eserlerinin de koruma altına alınması yönetmenin sevdiği bir hareket çünkü The Day After Tomorrow filminde de kütüphaneye sığınan ve soğuktan donmak üzere olmalarına karşın İncil’i yakmaktan kaçınan görevliyi hatırlayalım. Filmdeki tek ‘’insancıl’’ nokta da zaten bu. Yine de bu durumdan şüphelenen Fransız Ulusal Müzesi Direktörünün öldürülmesi ile 1997’de Prenses Diana’nın ölümü arasında bir tür paralellik kurulmaya çalışılması cahil zihinlere bir parça ‘’kemik’’ atmaktan başka bir şey değil.

‘’İnsanlık tarihindeki en büyük program’’ denilen uygulama Profesör Adrian’ın direktiflerine göre belirlenmiş ve o da sürekli fikir değiştiriyor ve ‘’yanılmışım’’ diyebiliyor. Ne insancıl değil mi? Söyleyecek söz bulamıyorum.

Gemiye binmeyen Başkan için ‘’demek kaptan batan gemisini terk etmiyor’’ deniliyor. Dünyayı bir gemi kabul edersek her kıta, her ülke yalnızca bölmelerden haydi güvertelerden yalnızca bir tanesidir ama sanki dünya kendisinin gemisiymiş gibi başkanın kalması propagandadan da ileri, bir ‘’utanmazlık’’ değil de nedir? Kadim imparatorlukların dünyanın ‘’kaptanı’’ oldukları yönünde bir söylemleri bile olmamışken bu denli kendinden geçmeyi nasıl açıklayabiliriz acaba? Ayrıca İtalyan Başbakanının da dua etmek için kalması şu sıralar hayli sıkıntıları olan ve itibara gereksinim duyan başbakanının filme ‘’maddi destek’’ sağlamış olması ya da müttefiklik adına bir selam verilmesi olarak açıklanabilir mi? Yoksa nedir?

Yenilmiş, ezilmiş, yağmalanmış ve aşağılanmış koca bir kıtayı ‘’Tanrı adına vahşi yerlileri imana getirme’’ daha doğrusu Hıristiyanlaştırma adına hareket geçen misyoner rahiplerden Yucatan’ın ilk piskoposu Diego de Landa sık sık Maya uygarlığının cesaret, irade, yardımlaşma gibi Hıristiyan erdemlerine sahip olduğunu dile getirmiştir. De Landa insanların eskiyi unutmasını sağlamak, geçmişle ve atalarının dinleriyle tüm bağlarını koparmak için pek çok Maya geleneğini yok etmiş, kitaplarını yaktırmıştır. Daha sonra, bilinmeyen bir nedenle bu medeniyetin öğretilerine merak saran ve öğrenmek isteyen De Landa kitaplardan bir kaçını saklamış ve kısmen çözülebilmiş bir Maya alfabesi oluşturulmasını sağlamıştır. De Landa alfabesi 1952’de Maya şifresini ilk kez çözen Rus dilbilimci Yuri Knorosov’un çalışmalarının temelini oluşturmuştur.

İnternette kısa bir gezinti yapıldığı takdirde gerek Maya kehaneti gerekse Tufan ile ilgili olarak pek çok bilgi erişilebilir olduğundan bu konularda ayrıntıya girmeyi uygun bulmuyorum. Ancak ülkemizde bu konudaki en yetkin kişilerden birinin Engin Ardıç olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Konuyu merak edenlerin Burak Eldem’in 2012: Marduk’la Randevu isimli muhteşem kitabını okumalarını tavsiye edebilirim.

‘’Onca gelişmiş cihaza rağmen Maya’lar bunu öngörmüş’’ sözü Batı tipi uygarlığın dayatılmasından başka bir şey değildir. Burada sözü Burak Eldem’e bırakıyorum.

‘’İlkokul yıllarımda, öğretmenlerimizin ‘’Eski insanlar dünyanın bir öküzün boynuzları üzerinde durduğuna inanırlardı’’ dediklerini hep hatırlarım. O çocuk aklımızla uzak atalarımızı küçümsememize neden olan bu ‘’ilkelliğin’’ aslında bahar ekinoksunda güneşin Boğa Burcu hizasına denk geldiği bir dönemi vurgulayan farklı bir ‘’çağ işaretçisi’’ olduğunu çok sonra öğrenecektim. Yine o masum ilkokul günlerimizde ‘’dünyanın bir tepsi gibi düz’’ olduğuna inanan cahil eskiçağ insanlarından söz edilirdi bize. Merkezinde dümdüz bir dünyanın olduğu, olduğu, güneş, ay ve diğer gök cisimlerinin onun çevresinde döndüğü bir evren anlayışını yıkmak için ‘’aydınlanma çağı’’ bilginlerinin nasıl uğraş verdiği anlatılırdı. Yine dünyanın yuvarlaklığını ortaya koyan en basit göstergenin, kıyıda oturup, uzaktan gelen bir gemiyi gözlemek olduğu söylenirdi. İlkin dumanlar, ardından direkler ve baca, son olarak da geminin gözükmesi, dünyanın yuvarlak olduğunu anlamak için yeterliydi. O denli ilkel ve basit düşünüşlü insanlardı ki atalarımız, doğa olaylarına, güneşe, aya ve yıldızlara taparlardı.

Bu güçlü önyargılar ilkokul çağıyla sınırlı kalmayıp günümüz insanının yaşamı boyunca beynine çakılmaktadır. Tarihe ve ‘’uygarlık’’ kavramına bakışımızın ilke ve ölçütlerini belirleyen Batılı düşünce sistemimiz, günümüzde gelinen noktayı ‘’mümkün olan tek uygarlık’’ olarak görme eğilimini çok güçlü olarak yansıtır çünkü. Bu görüşe göre uygarlık yolunda ilerleyen insanlık, zorunlu bir takım aşamalardan geçerek ve bilimsel kazanımlarına yenilerini ekleyerek sanki ezelden beri var olan bir merdivenin basamaklarını tırmanmak zorundadır.

Şimdi ‘’dünyanın öküzün boynuzları üzerinde duran düz bir tepsi, gezegen ve yıldızların ise dünyanın çevresinde dönen ışıklar olduğuna’’ inandıklarından söz ettiğimiz, ‘’korktuğu doğa olaylarını ve güneşi, ayı, yıldızları tanrı sanan’’ uzak atalarımızın ‘’ilkel çoktanrılı’’ düşünce sistemlerini yargılamadan önce biraz düşünelim.

Bundan üç yüz yıl öncesine dek Kutsal Kitapta anlatılanların, dünyanın tek ve en geçerli tarihini oluşturduğu düşünülüyordu Batı dünyasında. Yüz yıldan biraz fazla bir zaman öncesine kadar da, piskopos James Ussher’ın 17. yüzyılda yaptığı hesaba uygun olarak dünyanın İsa’dan önce 4004 yılında yaratıldığına inanılıyordu. (İşin garibi, buna hala gönülden inanan çok sayıda insan var dünyada.)

Ne ilginçtir ki, günümüzden dört bin yıl önce yaşayan antik Hint uygarlığının bilgeleri de evrenin yaşının 4 milyar 320 milyon yıl olduğunu ileri sürmüşlerdi. Beş bin yıl kadar önceyse, Mezopotamya’nın güneyindeki Sümer halkının astronomları, bugün modern bilimin henüz izini bulamadığı gizemli “Gezegen X” de dâhil olmak üzere, güneş sistemimizin ve göklerin eksiksiz bir haritasını çıkarabiliyorlardı. Peki, ne olmuş, nasıl olmuştu da aradan binlerce yıl geçtikten sonra bilgi ve birikimimizin çok daha ileri bir düzeye erişmiş olması gerekirken, on yedinci yüzyıl sonunda bile yaratılışın İ.Ö. 4004’te olduğunu kabul edebilecek denli gerilere gitmiştik?

Ne oldu da birden insan düşüncesinde dramatik bir değişim oldu ve dünyanın güneş çevresinde döndüğünü söyleyen Galilei, 500 yıl önce engizisyon işkenceleriyle karşı karşıya geldi. 5000 yıl önceki atalarımızın bile farkında olduğu, evrenle ilgili yalın ve temel bilgiler yok edilerek dünya nasıl iki bin yıl karanlıkta bırakıldı. Bunun sorumlusu Hıristiyan Roma’dır. Roma’nın Hıristiyanlığı kabul edip devlet dini haline getirmesiyle başlayan ‘’antik bilginin kaybı’’ süreci, dünyayı karanlığa düşürmüştür. ‘’ (Burak Eldem-2012 Marduk’la Randevu)

‘’Hıristiyan denilen bu soyun, dünyanın dört bir yanında boyundurukları altına alabildikleri haklara karşı gösterdikleri vahşet ve zulmün bir benzerine, hiçbir çağda, ne kadar yabanıl, ne kadar kaba ve ne kadar merhametsiz ve utanmaz olursa olsun, başka hiçbir soyda rastlanamaz.’’ (W.Howitt-Kapital’den alıntı)

Cem Yılmaz da AROG’da taş devri insanlarına ‘’sizleri eciş bücüş çizerlerdi ama tanıyınca hepinizi sevdim’’ diyerek Batı tipi düşüncenin dayatılmasına haklı bir eleştiride bulunarak gönlümdeki yerini sağlamlaştırmıştır.

Başkanın kızı gemiye binenlerin nasıl seçildiğini sorduğunda, insan türünün devamını sağlayacak ‘’kusursuz genlere’’ sahip insanların seçildiğini öğrenir. Ancak tam soru sorulduğu esnada ekrana bir Arap görüntüsü yansır. Başkanın kızı küçümseyerek ‘’bunlar da mı genleri için seçildi, bunlar daha çok iyi cüzdanları için seçilmişe benziyor’’ der. Bu sahne ve ‘’Bizim görevimiz türümüzün devamını sağlamak’’ sözleri düpedüz ırkçılık göstergesi değilse nedir? Buradan devam ediyorum.

1890’lı yıllarda ortaya çıkan Sosyal Darwincilere göre, gerekli üstünlüklere sahip ırk Anglosaksonlar ve onun Amerikan koludur. Darwin teorisine göre ‘’Türlerin ve ırkların evrimi, farklılaşması süreci ancak doğal ayıklanma ile gerçekleşebilirdi.’’ Yapıtının tam adı topluma bakışını ortaya koyar: The Origin of Species by Means of Natural Selection or the Preservation of Favoured Races in the Struggle of Life (Doğal Ayıklanma Yoluyla Türlerin Kökeni ya da Üstün Irkların Yaşam Savaşında Ayakta Kalışları)

‘’Öte yandan biz uygar insanlar, elenme sürecini engellemek için elimizden geleni yaparız; geri zekâlılar, sakatlar ve hastalar için bakımevleri kurarız; yoksulları koruma yasaları çıkarırız; tıp uzmanlarımız her hastayı yaşatmak için en son ana kadar bütün ustalıklarını gösterirler. Böylece uygarlaşmış toplumların zayıf bireyleri kendi soylarını sürdürmektedir. Evcil hayvan yetiştiriciliği yapmış hiç kimse, bunun insan ırkına büyük zararı dokunmak gerektiğinden şüphe etmez. Bakımsızlığın ya da yanlış bakımın, evcil bir ırkın yozlaşmasına pek çabuk yol açması şaşırtıcıdır; oysa insanın kendi durumu ayrı tutulursa, hiç kimse en kötü hayvanlarını damızlıkta kullanacak kadar bilgisiz değildir.(…) Bütün öbür olay dizileri ancak Anglosaksonların Batı’ya olan o büyük göç akını ile bağlantılı, daha doğrusu, onun yardımcısı olarak düşünülünce amaçlı ve önemli görünür. Uygarlığın ilerlemesi problemi çapraşık olsa bile, hiç değilse şunu anlayabiliyoruz. Uzun bir dönem boyunca, çok zeki, enerjik, yiğit, yurtsever ve iyiliksever insanları en çok sayıda yetiştiren bir ulus, bu bakımdan geri kalmış uluslara genellikle egemen olur’’ (Charles Darwin-İnsanın Türeyişi)

Nuh Tufanında Güney yarımkürenin sular altında kaldığı düşüncesi hâkimdir. Yönetmen ‘’kıyamet’’in ardından Güney yarımküreyi dünyanın çatısı yaparak dengeyi sağlamış gibi görünüyor.

‘’Başkanların çoğu iktidar koltuğuna adam akıllı oturdular mı Winston Churchill olma tutkusundan kendilerini alıkoyamazlar. Özgürlük ve zorbalık üzerine büyük laflar etmeye yönelir, özgür dünyanın liderleri rolüne sarılıp ahlaki oyunlara girişirler. Başkan şöyle diyor: ‘’Farklı kıtalarda pek çok ülkede Amerikan kanı döktük. Başkalarının harabeye dönen ülkelerini yeni baştan inşa edip ekonomilerini ayağa kaldırmalarına yardım etmek için paramızı harcadık.’’ Amerikan dış siyasetinin ana ilkesinin ‘’Barış ve istikrar gibi büyük hedeflere odaklanarak, ticaretin serbestçe yapıldığı özgür bir dünya vizyonunu muhafaza ederek dünyadaki kapsamlı, derin ve kalıcı olumlu eğilimlerin ayakta kalmasına yardımcı olmak’’ esası üzerine kurulduğu söylenir.’’ (Fareed Zakaria-İmparatorluk Sonrası) Senaryonun zayıf olduğu yönündeki eleştirilere bu paragrafın yeterli olacağını düşünüyorum.2012 filminin senaryosu nerdeyse dışişleri veya savunma bakanlığı tarafından yazılmış kadar ayrıntılı ve profesyoneldir.

Danny Glover’ın gerek ses ton, gerek bakışlar ve gerekse oyunculuk olarak tahminlerimin ötesinde yetersiz ve zayıf gördüğümü ve uzun zamandır bu kadar kibirli, ukala, Batı tipi yaşam tarzını dayatan ve üstün ırk fikrini dile getiren -kısaca ırkçı zihniyete sahip- bir film izlemediğimi söylemek durumundayım. Film çekmek ileri teknoloji ürünlerine ve paraya indirgendiğinde ortaya çıkan sonuç kibir ve başarısızlıktır. 2012 sinema tarihinin ırkçı filmlerinden biri olarak tarihe geçmiştir ve yıllar sonra asla hatırlanmayacaktır.

Alıntı: Divxplanet - judass

Yorum bağlantısı
Hemen paylaş

Hesap oluşturun veya yorum yazmak için oturum açın

Yorum yapmak için üye olmanız gerekiyor

Hesap oluştur

Hesap oluşturmak ve bize katılmak çok kolay.

Hesap Oluştur

Giriş yap

Zaten bir hesabınız var mı? Buradan giriş yapın.

Giriş Yap
×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgilendirme

Forum Kuralları'mızı okudunuz mı?